Montaigne’in Denemeler kitabı benim başucu kitaplarım arasındadır. Ne yazık ki Türkiye’de bu eserin tam metninin halen çevirisi yapılamamış ve dolayısıyla yayımlanmamıştır. Bu muazzam eserin içinde yer alan ve benim defalarca okumama rağmen her okuduğumda farklı bir duyguya kapıldığım “Ölüm” denemesi kendi kendimi terapi ettiğim metinler arasındadır. Montaigne bu denemesinde; “Madem geri dönemezsiniz, niçin kaçınıyorsunuz? Birçok insanın ölmekle, dertlerinden kurtulduğunu görmüşsünüzdür ama kimsenin ölmekle daha fena olduğunu gördünüz mü? Kendi görmediğiniz, başkasından da duymadığınız bir şeye kötü demek ne büyük saflık!” der.
2011 sezonunda yeni kurulan, çiçeği burnunda bir tiyatro grubu olan Tiyatro Barbone’nin çıkış oyunları başka bir Fransız yazar Eric – Emmanuel Schmitt’in “İki Dünya Oteli”. Oyun, bir bakıma Montaigne’in “Ölüm” denemesinin sahne hâli. İnsanoğlunun dünyaya, yaşama ve ölüme atfettiği önem, kişinin kendisini ve hayatını sorgulaması oyunun ana fikrini oluşturmakta. Oyun, bu ana fikrin yanı sıra, kimilerinin savurganca ve umarsız bir şekilde hayatını sürdürdüğüne, kimilerininse hayatın maddi getirilerine aşırı derecede bağlandığına da dem vuruyor. Özellikle hiç ölmeyecekmiş gibi davranan insanları kinayeli bir dille eleştirmesi bence dikkat edilmesi gereken bir yan fikirdi.
Komada olan, hastalığı ilerlemiş olan ve neredeyse bilinci yok olmak üzere olan, ölümle yaşam arasında gidip gelen hastaların, bedenleri dünyada bulundurulmaya devam etmesine rağmen ruhları yaradılış inancına göre ahiret veya öteki dünya diye nitelendirilen yere değil de dünya ile öteki dünya arasında bir yere çekiliyor. Daha doğrusu bu ruhlar, arafta kalan bu yerde ağırlanıyor. Bu mekânın adı “İki Dünya Oteli”. Buraya gelenler aslında ilk etapta tam olarak nerede olduklarını idrak edemiyorlar. Halen yaşadıkları dünyanın bir parçası olan herhangi bir mekânda olduklarını zannediyorlar. Fakat sonraları düzenin farklı olduğunu ve bir görevlinin kendileriyle ilgilenmek üzere geldiğini görünce yavaş yavaş inanmaya başlıyorlar. Burada akıbetlerinin ne olacağı konusunda hiçbir fikir verilmiyor. Kendilerine sunulan en büyük güzellik ise dünyadaki bedenlerinin yanı başında bulunan insanların söylediklerini duymaları. Bu ortam ve kendilerine sunulan bu şans bir bakıma onların kendilerini iyiden iyiye sorgulamalarını sağlıyor. Tabi ne yazık ki hepsi bu sorgulama içine girmiyor. Bu otelde, hizmetçi Marie, Julien adında havai bir genç erkek, Laura isminde dünyadayken ortopedik engelli olan ancak buna rağmen enerjisi hiç bitmeyen hayat dolu bir genç kız, yaşamını büyücülük yaparak geçiren babacan Radjapour, maddi variyetiyle övünen üç ayrı şirketin yönetim kurulu başkanı Delbec misafir ediliyor. Ve bu otelin asli görevlisi Doktor S’de var. Doktor S gelenleri karşılıyor, onların nasıl oraya geldiklerini izah ediyor, bu mekânın işlevini anlatıyor. Buraya bir asansörle geliyorlar ve buradaki süreçleri bittikten sonra yani hastalıklarının durumuna göre dünyaya veya Tanrı’nın yanına tekrar asansörle gönderiliyorlar. Kimin nereye gideceği ise hiç belli değil.
Yönetmen Barış Kıralioğlu; aynı zamanda Tiyatro Barbone’nin kurucusu ve sanat yönetmeni. Oyunda, tertemiz ve duru bir reji sunuyor bizlere. Her karakteri çok belirgin bir şekilde yansıtması açısından hiçbir rabarbaya ve karışıklığa mahal vermemiş. Aslında istese heyecanı daha da doruklara taşıyabileceği bir metin var elinde. Ancak bu ucuzluğa hiç tenezzül etmemiş. Çok da doğru yapmış. Metnin ana fikrini vermenin de ağırlığını ve sorumluluğunu üzerinde hissettiği belli. Yine de heyecanı eksik olan bir reji değil. Özellikle sırası gelen kişinin asansöre binme sahnesinde siren seslerinin uzaması ve asansörün yönünün nereye doğru olacağını bir tık geciktirerek vermesi seyirciyi ciddi manada heyecanlandırıyordu. Seyirci, oyunun sonunun nereye varacağını merakla bekliyor. Özellikle oyunun sonunda seyirciyi birçok soru işareti ile uğurluyor. Bu durum metin kadar yönetmenin de başarısı. Dramaturg olarak, dünyadaki tiyatrolara da yabancı olmayan biri olan Aslıhan Evrensel’le birlikte çalışması da başarılı bir tercih olmuş. Kıralioğlu aynı zamanda Başkan Delbec karakteri ile oyuncular arasında da yerini alıyor. Ancak keşke oynamayıp dışarıdan sadece oyunun yönetmeni olarak kalsaydı daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Çünkü yönetmenlerin birçoğu oynadıkları oyunda sakil duruyorlar. Oyunu tamamen sahiplendikleri için başka oyuncuları adeta gözetim altında tutuyorlarmış gibi davranıyorlar. Her şeye bir seyirci gibi bakma derdinde oluyorlar. Bunu istedikleri kadar çaktırmadan yapmaya çalışsınlar, yine de belli oluyor. Burada da aynı handikap söz konusu. Ayrıca tutuk bir oyunculuk gördüm. Kendi repliklerini beklemeli olarak veriyordu.
Alp Tuğhan Taş; Tiyatro…Tiyatro… dergisinin Aralık 2010 sayısında yer alan, Tiyatro Yansıma’nın Lacivert Gölgeli Adamlar isimli oyunu hakkındaki eleştiri yazımda, oyuncular arasında yer alan Alp Tuğhan Taş için; “Bu çocuğa lütfen dikkat edin ve bu ismi unutmayın. Kesinlikle ve ısrarla ifade ediyorum. Bu oyuncuya dikkat edin. İlerleyen zamanlarda gerek sahnelerde, gerek tv – sinema dünyasında karşımıza çok çıkacak bir isim.” demişim. Bu oyunda da Julyen karakterini canlandırıyor. Ve ben performansından ötürü, aynı cümleleri bir kez daha söylüyorum. Hiç de haksız değilmişim bu cümleleri sarf ederken. Yine doğal, yine abartısız bir oyunculuk ve yine çok açık ve kusursuz bir diksiyonla sahnedeydi. En ufak espriyi dahi zenginleştirerek sunuyor. Ama bunu kaba tabirle “kafasına göre” de yapmıyor. Ölçülü ve karşısındaki oyuncuyu da asla zorda bırakmadan yapıyor. Yolu açık olsun Taş’ın…
Erdinç Olgaçlı; babacan büyücü Radjapour rolünde sahnede yerini alıyor. Oyunun sempatisini arttıran biri. Ve bence bu oyunda duayen bir oyuncu olarak yerini alması diğer oyuncular açısından da bir avantaj. Cümlelerindeki vurgu ve tonlamalar çok başarılıydı.
Sedef Akalın; sahnede en az kalan hizmetçi Marie rolünde. Bu kısa rolü çok severek oynadığı belli. Rahat hareketleriyle hizmetçi kadının saflığını ve içtenliğini hissedebiliyoruz.
Münibe Millet; Laura karakterini canlandırıyor. Bacaklarını kullanamamasına ve bir alete mahkûm olmasına rağmen yaşama sevincinden hiç bir şey kaybetmemiş, içi hep aşkla ve sevgiyle dolu olan bir kız. Gayet sempatik bir rol ancak ben kendisi sempatik olduğu için sempatik rolleri kaldıran oyuncular hakkında pek bir şey söyleyemiyorum. Çünkü kendileri öyle oldukları için o rolleri iyi kotarabildiklerini düşünüyorum. Burada da beni fazlasıyla etkileyen bir oyunculuk gördüğümü söyleyemeyeceğim.
Nükhet Akkaya; Doktor S karakteriyle karşımızda. Bence oyunun en gizemli ve dikkat çeken rolü. Ancak ben Akkaya’nın oyunculuğundan o elektriği alamadım. Özellikle zorda kaldığı anlarda elini kolunu nereye koyacağını bilememesi, cevap vereceği yöne doğru dönerken yapmacık dönüşleri rahatsız ediciydi. Belki o mekânın tek görevlisi olan bu karaktere, böyle yaparak kasıntı bir hal takmaya çalışmış ancak bu çok eğreti duruyor. Muhtemelen yönetmenin yönlendirmesi ile kullanıyordur fakat kulak arkası mikrofonu madem kullanıyor, o zaman ona hâkim olmayı bilmesi lâzım. Mikrofon adeta ağzının içine girmiş durumdaydı. Bu da birçok harfin patlamasına ve dolayısıyla bazı kelimelerin anlaşılamamasına sebebiyet veriyordu. Ayrıca bu yakınlıktan dolayı, konuşmalarında sürekli bir nefes sesi işitiliyordu. Ya daha iyi bir mikrofonla daha iyi bir çalışma yaparak mikrofon kullanmayı prova etmeli ya da mikrofonu ağzına o kadar yaklaştırmamalı.
Oyunun sahne tasarımı Murat Yılmaz’a ait. Sade ve bir o kadar da şık bir sahne tasarımı olmuş.
Tiyatro Barbone ekibi; sahnelere çok doğru bir oyunla çıkmışlar. İyi bir metin ve başarılı bir rejiyle çıktıkları bu yolda, umuyorum ki uzun yıllar Türkiye ve dünya tiyatrosuna hizmet vermeye devam edeceklerdir.
No Comment
You can post first response comment.