indir-3The Club’un ilk defa bir oyununu izledim. Bir yönü hariç genel olarak grubu sevdim. Çok dinamik, hevesli ve tiyatroda yeni şeyler yapmak için çırpınan bir grup. Bir de gruplarının ismi yabancı olmasa daha iyi olacak. Hangi alanda hizmet verirse versin hiçbir yerin adının yabancı olmasına tahammülüm yok. Grubu da bu sebepten ötürü izlemek istemiyordum. Derken, bir arkadaşımın önerisi ile bu oyuna gittim, gittiğime de pişman olmadım ancak yine de ısrarla gruba isimlerini değiştirmelerini öneriyorum. Neden olduğunu ve ne maksatla bu öneride bulunduğumu uzun uzun açıklamama gerek yok bu satırlarda. Karşı duruşumun sebebi çok belli.

Oyunu konuşalım. Alman yazar Hermann Hesse’nin eski basımlarda “Çarklar Arasında”, yeni basımlarda ise “Gençlik Bunalımları” diye çevrilen romanında bir gencin ailesinin ve çevresinin kendisinden beklentileri ve bu beklentileri karşılayamaması sonucunda yıkılışı anlatılıyor. Herkese tavsiye ettiğim bir romandır. Zaten Hermann Hesse ismi, kitabı okumak için yeterli bir neden ama bu kitap konusu itibariyle de herkes tarafından kesinlikle okunması gerekiyor. Aşk Şarkısı oyununda birebir olmasa da belli noktalarda kitabı görür gibi oldum; genç bir duygunun, genç bir dimağın hissettikleri ve bu hislerinin tam manası ile anlaşılamaması. Oyun, gençlerin toplum içindeki eriyişlerini anlatıyor. Hayalleri, umutları, idealleri ve yaraları olan gençler. Bazıları dışarıdan bakıldığında “kötü”, “zararlı” diye nitelendirilebilecek gençler olmasına rağmen, derûnunda nice güzel ve değerli duygular barındıran insanlar.

Bir abi – kardeş; anne – baba sevgisinden mahrum çocuklar. Anneleri yok. Babaları ise dizi – film setlerinde figüranlık yapıyor. Baba ne yazık ki alkolik. Bir yandan da maddi bunalım içinde. Hayattan elde edemediği her şeyin sorumluluğunu çocuklarına yüklüyor. Yapamadıklarının acısını da çocuklarından çıkarıyor. Çocuklar babaya her ne kadar yaklaşmaya çalışsalar da her seferinde bu çabaları boşa çıkıyor. Küçük kardeş yaşça kendinden çok büyük, eski bir Yeşilçam aktrisine sevdalanır. Bu belki de bir aşk bağlanması değil, epey eksik olan anaçlık duygusunun, sahiplenilme hissinin giderilme çabası. İkilinin yakınlaşma sahnelerinde çok temiz ve duru bir aşkı görüyoruz. Büyük kardeş ise müzik tutkunu ve fakat bu tutkusundan ötürü babası tarafından sürekli aşağılanıyor. Çocuk yılmıyor, vazgeçmiyor tutkusundan. Çalışmalarına devam ediyor. Kardeşinden destek alarak hem de. Sadece kardeşinden değil, Bosna Savaşından kaçıp Türkiye’ye yerleşen ve psikolojik bunalımından ötürü seçici konuşmazlık hastalığı olan sevgilisinden de aynı desteği görüyor. Bu ikilinin arasındaki aşk, genel kurgu içinde gölgede kalmış gibi görünüyor ama atlanmaması aksine oyun içinde altı çizilmesi gereken bir aşk öyküsü. Yönetmenle ilgili yorum yaparken yazacaktım ancak yeri gelmişken burada ifade edeyim; lütfen bu ikilinin aşkını biraz daha öne çıkarın. Biliyorum, yorum sizin ama dediğim gibi asla geri plânda kalmamalı bu ikili.

Oyunun adına baktığınız zaman belki de sadece “aşk” dolu bir oyun izleyeceğinizi sanıyor olabilirsiniz. Aslında tam olarak öyle değil. Bir ailenin dramı, o aile içinde yetişen ve hayata tutunmaya çalışan gençlerin öyküsünü de göreceksiniz.

Yazan – Yöneten Cihan Sağlam; oyunun aşk sahnelerini çok iyi yazmış. Yukarda da yazdığım gibi saf bir aşkı cümlelere başarılı bir şekilde dökmüş ancak aile içi bunalım sahnelerinde birçok eksik var. Havada kalan cümleler ve sahneler var. Mesela; babanın çocukların anneleri hakkındaki suçlamalarının neden kaynaklandığı bilinmiyor, anneye ne olduğu ise meçhul… Eksik kalan yanlarına rağmen abi – kardeşlik, bağlanma reaksiyonları, annelik duygusunun eksikliği, aile şefkatinin önemi gibi yan fikirleri ele alması metni zenginleştirmiş. Ancak aynı zenginliği yönetimde göremiyoruz. Sahneler arasındaki geçişler birbirinden çok kopuk. Ailenin müthiş bir tartışmasının hemen ardından anlamsız bir kesintiden sonra olgun kadın – genç erkek aşkının ortasında buluyoruz kendimizi. Hemen ardından müzik stüdyosundayız ve oradaki alâkasız sohbetleri dinliyoruz… Oyundaki şarkıları ve müzikleri kendisi seçmiştir diye tahmin ediyorum ama kim seçmişse de seçimler çok başarılı. Özellikle rock altyapılı ancak arabesk tınıları da içinde barındıran şarkıların seçilmesi ülkemiz aşklarını betimlemesi açısından iyi tercüman olmuş. Ancak ses uygulamada duran arkadaşa bir tavsiyem olacak; müzisyenler şarkılarını çalarken lütfen solistin sesini biraz daha ön plâna çıkarın. Solistin sesi enstrümanların çok altında kalıyor ve anlaşılmıyor.

Tarkan Çeper; oyunun en kötü oyuncusu. Kusura bakmasın “şak” diye söyledim ama başka türlü ifade edemezdim ne yazık ki. İki erkek kardeşin babası rolünde karşımıza çıkıyor. Keşke çıkmasa… Onca genç yetenek arasında kötü oyunculuğu ile aşırı derecede sırıtmış. Hem de rahatsız edecek derecede. Elini kolunu nereye koyacağını bilmez, söz başka beden başka söyler, sarhoşu kötü bir şekilde oynar, ağzından çıkanı seyirci anlamaz, âdeta rabarba halinde konuşur, karşısındaki oyuncu ile hiçbir iletişimi olmaz, duygunun en ufak emaresi yüzüne yansımaz. Evet, bu kötü özelliklerin hepsi bu oyuncuda. Hepsini söylemek istedim, çünkü böyle güzel bir oyunu bu kadar büyük hataları olan bir oyuncunun mahvetmesini istemem.

Cavit Çetin Güner; olgun kadın – genç adam aşkındaki duruluğu yansıtan kişi. Anne eksikliğinden ötürü kendinden büyük bir kadına bağlanma duygusunu daha doğrusu bu içsel duyguyu başarılı bir şekilde yansıtmış. Çakırkeyif kafayı da güzel vermiş. O kafadayken bile yaptığı mırıldanmalar gayet net şekilde anlaşılıyordu.

Pınar Göktaş; eski Yeşilçam aktrisinin kızını oynuyor. Son sahnede çıktı ve imzasını çakıp oyunu noktaladı. Bedensel hiçbir devinimi olmamasına rağmen tavrı, annesine yönelik sarf ettiği cümlelerdeki tonlamaları sayesinde aslında bir bakıma oyun özetleniyordu. Bu, oyuncunun başarısıdır. Oyuncudaki tonlamalar bu denli başarılı olmasaydı cümlelerin hepsi güme gidebilirdi. Bir başka yönü ise; sadece bir tek beden duruşu ile inişli – çıkışlı duyguları her oyuncu veremez. Böylesi küçük rolleri oyunculuğuyla devasa bir hale dönüştüren oyuncuları naçizane çok takdir etmişimdir. Pınar Göktaş ismi de bu oyunculardan biri.

Ve bana göre oyunun mükemmel oyuncusu; Fatih Altun… Sahneye her çıktığında bütün oyuncuları gölgede bırakan bir oyuncu. Sakın yanlış anlaşılmasın; rol çalarak çirkin bir üslûpla yapmıyor bunu. Her mimiği o kadar içten ki bu durum zaten ön plâna çıkarıyor onu. Babası ile diyalogu, kardeşine karşı hissettiği ağabeylik duygusu, sevgilisinin özel durumundan ötürü sevgi ile beraber şefkat sunması… Her bir sahnede takdire şayan oyunculuk sergiledi.

Son sözüm; Aşk Şarkısı ekibinin hepsine. Lütfen sahneyi terk ederken bir sonraki sahnede durmaması gereken aksesuarları yanınızda götürün. Sadece bir örnek vereceğim ki oyun hakkında çok fazla detaya girmiş olmayayım; küçük kardeşin müzik stüdyosuna getirdiği para zarfının bir sonraki sahnede durması çok saçma. Kimse onca paranın bulunduğu zarfı orta yerde bırakmaz. Bu tür şeyler küçük şeyler gibi durur ama estetiği bozar ve oyuna verilen önemi de küçültür.

The Club’u izlemekten büyük zevk aldım. Umarım bu heyecanları daim olur. Yeni oyunlarını heyecanla bekliyorum. Ahh bir de grubun ismi yabancı olmasaymış J.

No Comment

You can post first response comment.

Leave A Comment

Please enter your name. Please enter an valid email address. Please enter a message.