Uvu-camille-nienor-1Adeta bir oyuna değil de belli bir konuda denemeye başlayacakmışım gibi bir girizgâh olduğunun farkındayım. Aslında bir bakıma öyle… Bugüne dek kadınların toplumdaki yerine dair söylemek istediklerime bahane teşkil edebileceğim bir oyuna gittim. Camille

Gerek verdiğim felsefe – psikoloji içerikli konferanslarda gerek birebir sohbetlerimizde her zaman “Maalesef erkek beyinlerin birçoğunda coğrafi bölge, kültürel yapı, sosyal yaşam, ekonomik koşullar ne olursa olsun kadına bakış açısı hemen hemen aynıdır.” derim. Bu bakış açısının doğusu – batısı, zengini – fakiri yok. Çoğunlukla erkekten sonra, erkeğin söylemine destekçi olan, yeni bir şeyler söylemek için aşırı cesarete sahip olmalı diye düşündüğümüz kadınlar… Bir işe girişen kadınlar için birçoğumuz söylemişizdir; “kadın da amma cesaretliymiş”, “hımm çocuklara rağmen o işleri başarabilmiş mi?”, “ama kadın da sınırını bilmeli caaanım” safsataları. Ama nedense bir erkek kaç tane çocuğu olmasına rağmen bir işe giriştiğinde yada bir kariyer elde ettiğinde “vaayy be helal olsun, cesaretliymiş, onca çocuğa rağmen…” demeyiz. Çünkü çocuk kadının çocuğudur, çünkü kadın ya ev kadını olmalıdır, çocuk bakmalıdır, çamaşır yıkamalı, temizlik yapmalıdır yada bir şey üretmek istiyorsa ve sosyal yaşamda belli bir hedefi varsa nice engelleri, zorlukları, denemeleri, imtihanları göze almalıdır. Yada “yok olmalı”dır. Hani “tam bir batı erkeği” denen nice tipler vardır ya (tabi ki olumlu örnekleri tenzih ediyorum), emin olun modern, kibar, anlayışlı, bakımlı, iyi giyimli, sosyo-ekonomik seviyesi yüksek nice erkeğin, eşlerine, sırf ev bakımı, yemek vs. konuları kastederek “Sen bana kadınlık mı yaptın?” sorusunu yönelttiklerine defalarca şahit oldum. Zihniyet ancak bu kadardır. Tekrarlıyorum, hem de doğusu batısı fark etmeksizin…

Camille tam da bu noktaya parmak basan tek kişilik bir oyun. Oyuna gidene dek Camille Claudel hakkında sadece ünlü Fransız heykeltıraş olduğuna dair bilgim vardı. Gittikten sonra hakkında birçok bilgi elde ettim ve aslında tam bir özgürlük kahramanı olduğunu idrak ettim.

Camille 1864 yılında Fransa’da dünyaya gelmiştir. Henüz 17 yaşında heykel çalışmalarına başlar. Dikkat çeker, çünkü dönemin Fransa’sında kadınlar iş hayatında bulunamaz, asla sanatla uğraşamazlar. Camille bu baskıya boyun eğmez, yılmadan mücadelesine devam eder yani heykellerini yapmaya gayret eder. Kendi küçük atölyesinde “duygusuz yavan insanlar”dan uzak bir şekilde heykellerini yapmakla mücadelesini sürdürür. Kendisine engel olmaya çalışan insanlara yönelik der ki “Bir avuç toprağı bile yoğurmayı bilmeyenler, duygusuz yavan insanlar; bu benim ruhum, en kutsal varlığım. Bunlar çalışma saatleri, ruhumun yandığı saatler. Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca hayatı tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım. Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı, bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum.” Ne müthiş bir çığlık! Ve hayatının alt üst olduğu bir an gelir çatar; Rodin’le tanışır.  İlk etapta hayatının anlamını bulduğunu zanneder, âşık olur. Bir müddet sonra Rodin’i, fikirlerini çalmakla suçlar, yavaş yavaş paranoya belirtisi baş gösterir kendisinde, derken bu paranoya Rodin’in kendisini öldürmeye kastettiğini iddia etmeye kadar gider. Rodin ise sevgilisi olmasına rağmen acımasız bir şekilde dışlamaya başlar Camille’i. Babasını kaybeden, abisiyle ayrı düşen Camille 1913 yılında akıl hastanesine yatırılır. 30 yıl boyunca akıl hastanesine hapsedilen Camille 1943 yılında yaşamını yitirir.

Ömrünün 30 yılı akıl hastanesinde geçen ve hastalığının başlangıç döneminde birçok heykelini kırmasına rağmen halen çok değerli eserler bırakabilmiş bir kadındır Camille…

Kadının toplumdaki yerini, erkek karşısındaki statüsünü, toplumun kadına yüklediği anlamı ve biçtiği rolü, erkeğin kadının kendisinden öne geçmesini engellemek için giriştiği çirkinlikleri, sosyal yaşamda var olmaya çalışan, “ben de varım” demek isteyen kadının önüne çıkarılan zorlukları ve baş etmek için verdiği uğraşları bu kadar zekice veren Yönetmen Kaan Basmacıoğlu; TEBRİKLER. İstanbul’da yaşamana rağmen İzmir’de bulunan Tiyatro Nienor isminde adını dahi duymadığımız bir grubun oyununu yönetmeye gittiğinde belki de sana “deli misin” dediler ama iyi ki gitmişsin. İyi ki delisin. Zaten senin gibi deliler olmasa toplumlardaki dönüşümler nasıl sağlanacak ki? Toplumların dinamiklerini belirleyen, rotalarını çizen ve onların tabularını yıkan, dönemlerinde “deli” diye adlandırılıp da sonra basım basım kitaplarını eserlerini okuduğumuz insanlar değiller mi? Deliliğe devam Kaan Basmacıoğlu…

Ebru Atilla Sağay; “Vayy bee helâl olsun kadına, evli, iki çocuğu var ama böylesi bir oyun yapmış, şehir şehir de dolaşabiliyor.” Eminim sığ beyinli insanlar böyle diyorlardır Ebru Atilla Sağay için. Ebru; Camille can veren güzel ruh… O kadar içten oynuyor ki, o kadar Camille’in ruhunu düşünerek ona atfen oynuyor ki, o kadar büyük bir misyonla oynuyor ki, henüz sahnedeyken adeta sahneye atlayıp tebrik etmek istedim. Oyunun ilk dakikasından son saniyesine dek hayranlıkla izledim. Akıl hastanesinde yatmakta olan paranoid kişilik bozukluğu patolojisini gerek bakışları ile gerek bedeniyle gayet başarılı bir şekilde yansıtmış.  Evet, bu sözler oyuna kattığı ruh, baktığı yer, verdiği emeğe dairdi. Gelelim oyunculuğa; ayakların yere sağlam basması kavramı vardır ya ne yazık ki onu tam olarak göremedim ki bu bir oyuncunun sağlam duruşu ve bunu seyirciye hissettirmesi açısından fevkalade önemlidir. Heyecandan veya başka bir sebepten bilemem ama ayaklar sürekli bir kıpırdama halindeydi. Bu durum oyunun takibi konusunda sıkıntı yaratmaktadır. Ayrıca sürekli deklamasyon yaparak konuşması da rahatsız ediciydi. Akıl hastanesinde yatan her kişi sürekli olarak bağırmak zorunda değildir, özellikle bütün oyunlarda veya dizi-filmlerde akıl hastanesi tipleri sürekli olarak bağıran tipler olarak gösterilir. Bu hataya Ebru’da düşüyor. Bunun tespitinin en doğru şekilde yapılması için hem Ebru’ya hem de bu tür rolleri oynayan kişilere naçizane bir öneri; lütfen televizyonlardan gördüklerinizden esinlenip oynamayın, akıl hastanelerine gidin ve hangi kişilik bozukluğunu veya hastalığı oynayacaksanız o serviste belli bir dönem gözlem yapın.

Yoluna devam et Ebru. Mücadelede Camille ol…

Müziklerin oyunla uyumu mükemmeldi. Müzik kullanılması bu oyun için olmazsa olmaz, hatta oyunun her sahnesinde bence müzik kullanılması elzem. Karakterin yansıtılmasında önemli bir destek olmuş.

Dekor; ilk perdedeki sahne tasarımı akıl hastanesi ortamını, bunalımlı havayı gayet güzel yansıtmış ancak ikinci perdede heykel atölyesinin verilmeye çalışıldığı sahnede keşke tellerden, bezlerden değil de gerçeğine uygun heykeller yer alsaydı.

Ve Eda ErdemOyunun yazarı. Hiç ajite etmeden ve bir o kadar da hiç çekinmeden Camille Claudel’in hayatını konu alan bir oyun yazmak iyi ki aklına gelmiş. Bu metin daha çok defa yorumlanacak. Birçok yazara ilham olacağından emin ol. Lütfen kendi kahramanlarını yazmaya devam et.

Tiyatro Nienor… Oyunun adı Camille… Yazan: Eda ERDEM… Yönetmen: Kaan BASMACIOĞLU… Oyuncu: Ebru Atilla SAĞAY… Böylesi bir konuya parmak basıp bizi Camille ile buluşturduğunuz için; SAĞOLUN…

NOT: Kritikten sonra şimdi söyleyeceğim söz eğreti duracak ama olsun yine de söylemeden duramayacağım. Şişli Belediyesi Dormen Sahnesini alıp seyirciyi farklı farklı oyunlarla buluşturmakla ne iyi etmiş ama keşke bu işi yaparken tam yapsaydı. Keşke içeri girdiğimiz anda bizi sarmalayan ve oyun boyunca da nefes almamızı dahi zorlayan salonun rutubetine, fuayenin ve sahnenin bakımsızlığına da bir çare bulunarak halkla buluştursa…

No Comment

You can post first response comment.

Leave A Comment

Please enter your name. Please enter an valid email address. Please enter a message.