Her zaman derim; tuzu kuruluk kişinin yalamaktan başka hiç bir işe yaramaz. Lâkin yaşamları boyunca türlü sıkıntılardan geçen ve o sıkıntıları aşabilmek adına kimi zaman geri durmak, kimi zaman sabretmek kimi zamanda elinden geldiğince tepki göstermek durumunda kalan kişiler üretimin merkezi durumunda olmuşlardır. Buradaki temel kelime “sabır”dır aslında. Toplumumuzda ne yazık ki sabır kelimesi tahammülle karıştırılmıştır. Tahammül köken itibariyle “hamal”la aynıdır. Tahammül, yükleyicinin karşısında ses çıkarmadan yükü bir yerden bir yere taşımak demektir. Oysa sabır öyle değildir. Sabırda eylem vardır; ama içsel ama dışsal. Ve sabır öyle bir duygudur ki kişinin kat’i sûretle umutsuzluğa, karamsarlığa kapılmasına müsaade etmez. Çünkü içinde her daim mücadele vardır, o mücadelenin sonunda ise üretim hâsıl olmaktadır.
Ülkemizde mücadele etmek durumunda kalan o kadar farklı kitleler oldu ki yaşanılan daha doğru bir deyişle yaşatılan haksızlıkları saymaya kalksak dilimiz dönmez, yüreğimiz elvermez. Ama artık herkesin kabul ettiği acı bir realite gün be gün o denli aşikâr ki! Haksızlığa uğramış bir millet olan Kürtlere ne yazık ki bu toprakların kadim insanları, yerleşik asal halkı olarak değil de azınlık gibi hatta kimliklerini inkâr etmeleri gereken, inkâr etmediklerindeyse her türlü işkencenin uygulanmasının reva görüldüğü ikinci sınıf vatandaşlar gözüyle, varlıkları yok sayılacak derecede zalimlikler uygulandı. Kürtler ise ne denli kalender bir millet olduklarını her seferinde bir tek geri adım atmadan, yılmadan, isteklerini söylemekten bıkmadan, dillerinde ve yüreklerinde “önce barış” tümcesini eksik etmeden mücadelelerine devam ederek gösterdiler. Ne yazık ki kimi zaman hatta uzunca bir dönem tasvip edilmeyecek yöntemler de denediler, en azından deneyenler oldu ama tasvip edilmeyecek yöntemleri evvela kendilerine uygulayan insanlardan öğrenerek uygulamaya başladılar. Bu ayrımın farkına iyi varmak lâzım.
Bütün bu mücadelelerin ta içinden gelmiş iki yürekli insan – Berfin Zenderlioğlu, Mirza Metin – hem içlerinde sanat aşkından kaynaklı olarak hem de “derdimiz var; anlamak isteyenlere” düsturuyla yola çıktılar ve nihayetinde bir tiyatro grubu kurdular 2008’in Ekiminde; DESTAR TİYATRO… Hakikaten işleri zordu. Hem hangi dalı olursa olsun sanat icrasının zor olduğu bir ülkede tiyatro adamlığına soyunmuşlardı hem de bu ülke erklerinin yıllarca yok saymaya çalıştığı ve mahkeme kayıtlarında bile en arsız şekilde “bilinmeyen bir dil” diye nitelendirilen ama istedikleri kadar yok saysalar da tükenmeyecek yaygın dillerinden biri olan Kürtçe dilinde eserler üretmeye çalışıyorlardı. Cidden zor iş. Olsun. Zaten o güne kadar nice zorluklar çekmemişler miydi? Analarının babalarının koyduğu adlarını dahi açıkça kullanmalarına izin verilmeyen bir yerde bu zorluk da elbette adım adım aşılırdı.
Buraya kadar okuyanlar Zenderlioğlu’nu ve Metin’i birer kahraman olarak nitelendirdiğimi, belki abarttığımı düşünebilir. Varsın böyle düşünecek olanlar düşünsünler. Baştan beri alternatif tiyatro mekânlarını takip eden, ayrıca kendileriyle aynı bölgeden gelen, yaşadıkları sıkıntıları, üzerlerine yüklenen dertleri en âlâ şekilde bilen biri olarak onlara kahraman demesem haklarını yemiş olurum. Bilmeyenler için diyorum; bilseniz yada bildiklerinizi algılamayı ve demokratik bir tefekkürle kabul etmeyi becerebilseniz emin olun siz de öyle görürdünüz ikisini. Kendilerine yöneltilen önyargılar, yaşadıkları maddi sıkıntılar da çıktıkları yolda cabasıydı zaten…
Grubu dilim döndüğünce anlattıktan sonra gelelim izlediğim son oyunlarına…
GOR (MEZAR)…
Yazar Mirza Metin; “Gor (Mezar)” oyununda bir grup insanın öldükten sonraki bedenlerinin tamamen çürümesine kadar geçen süreç içerisinde mezardaki yaşantılarını aktarmaktadır. Kendine bir dünya çizmiş olan yazar, varsaydığı bu süreçte sadece ölü bedenlerin konuşmalarına değil de dünyada yaşamış olduklarına dair hesaplaşmalarına, kişilerin bitiremedikleri işlerine, her daim dünyada kalacakmış gibi ölümü kolay kolay kabullenemediklerine de değinmiş. Tek tek bireyler üzerinden gidip onların hayat hikâyelerinden ve dünyaya yükledikleri anlamdan yola çıkarak aktarımda bulunmuş. Montaigne’in meşhur Denemeler eserinde yer alan Ölüm Üstüne denemesinde “Size göre hayattan elde etmeniz gereken kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız güle güle gidin… Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. Öyle uzun yaşamışlar var ki aslında pek az yaşamışlardır. Şunu anlamakta geç kalmayın, doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır.” der. Oyunu izlerken sürekli olarak bu deneme aklıma geldi. Yazar, tam da Montaigne’nin işaret ettiği anlamı oyunun içerisine yerleştirmiş (Bu sözümden, Denemeler’den esinlenmiş anlamı kesinlikle çıkmasın, ben kendimce bu bağı kurdum). Yaşamın kalitesinin, ona yüklenen anlamdan ve dünyada sosyal olaylara getirilen çözüm çabalarından anlaşıldığı düşüncesi oyunun ana fikrini oluşturmakta.
Oyun; bir yandan kendisini yuvanın asıl ve kibirli bekçisi gibi gören bir komutanın dünyadaki yaptıklarını utanç içinde sorgulamasını sunarken, öte yandan haksızlıklara karşı fiziksel şiddet yöntemini benimsemiş bir gerillanın davasını henüz nihayetlendiremediğine dair yürek acısını sunuyor… Hayata, barış ve umut dolu bir gözle bakan gencecik bir kız mezarda bile “Niye bu şiddet?” diye haykırırken, derdi olan behlül adam ise dünyadaki zulme ve acımasızlıklara bir türlü anlam veremediği için sürekli sancı çeken bir masalcı bilge bir insan gibi mırıldanıyor. Dünyasını sadece bir sevdayla bağlamış, onunla var olan, sevdiğiyle anlam bulan, her sözü sevdasına bağlayan divane de bu oyun içinde kendine yer buluyor.
Yazar, her birinin en temel özelliklerini ve dünyadaki yaşamlarına dair belirgin ipuçlarını elde edebileceğimiz şekilde anlatmış. Sadece bir saat süren bir oyunda hiçbir karaktere dair aklımızda soru işaretleri kalmıyor. Lâkin karakterlerin teker teker hikâyelerinin sunulması, oyunun izlenmesinde eğretilik yaratan bir unsuru da beraberinde getiriyor. Bütün karakterler iç içe geçmiş öyküler halinde değil de adeta birbirlerini açmaya çalışan, “hadi anlatma sırası sende” dercesine kısmî bir yapaylıkla sunuluyor. Bu saikle diyaloglar bir yanıyla zorlama bir havayı barındırmakta. Bütün diyaloglar, oyunun sonunda ortaya çıkan acı sürprizdeki samimi hava gibi yürütülmüş olsaydı o zaman verilmek istenen ana fikir daha içselleştirilmiş şekilde hissedilirdi.
Mirza Metin aynı zamanda oyunun yönetmeni…
Yönetmen, seyirciyi müthiş bir gizem içerisinde salona alıyor. Ortamda hafif bir sis, etraftan izbe, harabe ve karanlık bir dehlizi andıran incelikle yerleştirilmiş ve düzenlenmiş sarkık ipler var. Bir yandan da bu gizeme bir müzik ve alaca baykuş sesleri eşlik ediyor. Tam ortada bir tabut… Ve kendi kendine delice mırıldanan biri oyun başlar başlamaz masal anlatmaya başlıyor bize. O anda birden kendi çocukluğuma döndüm. 104 yaşında vefat eden babaannemin, uzun köy gecelerinde bütün torunlarını etrafına toplayıp âdeta profesyonel oyunculara taş çıkarırcasına her bir karakteri ayrı bir sesle oynayarak anlattığı bizim “çîrok” dediğimiz Kürtçe masallar aklıma geldi. Haliyle ilgim daha da arttı. Yönetmen seyirciyi daha en baştan oyunun içine dâhil etmesini ve etki altına almasını bilmiş. Sahneyi çok iyi kullanan yönetmen, alanın her tarafına gömülü tabutlar yerleştirmiş. Yalnız burada simetrik bir hata yapılmış. Ortada ki tabut yatay olmasına rağmen diğer ölülerin çıktıkları yerler dikey olarak yerleştirilmiş. Bütünlük açısından hepsinin aynı duruşta olması daha doğru olurdu diye düşünüyorum. Şayet ortada duran yatay tabutun farklı bir anlamı varsa da onun altının sağlam şekilde çizilmesi gerekirdi. Metin’in diğer oyunlardaki bedensel devinimlere ve esnekliğe ağırlık verme yönünü bu oyunda da görüyoruz. Mirza Metin sadece oyunun yazarı ve yönetmeni olarak değil, dekoratör ve oyuncu olarak da oyuna katkıda bulunuyor.
Oyunun orijinal müzikleri Nizamettin Ariç’e ait. Ariç’te ne yazık ki bu ülkede darbe rezaletlerinden biri olan 1980’de acımasız bir sille yemiş, kısa bir süre tutuklu kaldıktan sonra da haksızlıkların arkasının gelebileceği endişesi ile yurt dışında yaşamak zorunda bırakılmış önemli bir müzisyendir. Oyunun gizemine özgün olmasının yanı sıra acı dolu sahnelerin de yüreğimize işlemesini sağlayan müziklerle oyuna büyük katkı sunmuş.
Alev Topal ismi her ne kadar şimdilerde çok bilinen bir isim olmasa da bence kıymeti henüz tam olarak anlaşılmamış genç kuşak sanatçılardandır. İlerleyen zamanlarda bilindikçe nasıl harikalar yaratan bir ışık tasarımcısı olduğunu camiadaki herkes bilecektir diye düşünüyorum. Gor’un ışıklarını da adeta her duyguya tercüman olacak şekilde tasarlamış. Işıklar onun elinde capcanlı, dili duygusu olan bir varlığa dönüşüyor. Tebrikler…
Kostümler Hâle İşsever’e ait… Komutan rolünde oynayan kişiye palaska yerleştirilmesinin haricinde gayet başarılı. Çünkü o karakterin yaşadığı dönemlerde bir komutan olduğunu bis sözlerinden anlasaydık yeterliydi. Palaska kör göze parmak olmuş. Yıpranmış, parçalanmış kefen görünümlü kıyafetler oyundaki bütünlüğe ayak uyduruyor.
Oyunda atlanmaması gereken bir detay… Oyuncuların makyajları resmin tamamını oluşturmada çok önemli bir yer kaplıyor. Makyajların sağlam bir makyaj ustasının elinden çıktığını düşünmüştüm ama Berfin Zenderlioğlu’na ait olduğunu öğrenince takdirim bir kat daha arttı. Toron Karacaoğlu usta bizim atölye derslerimize girdiği zamanlarda hep derdi ki “Bir oyuncu makyajını mutlaka kendisi yapmalı, her duygunun rengini ve çizgisini ancak en iyi kendisi bilebilir.” derdi. Zenderlioğlu bence Karacaoğlu ustanın tarif ettiği oyunculardan…
Oyunculuklar…
Oyunda Alan Ciwan, Berfin Zenderlioğlu, Mensur Zirek, Mirza Metin, Sadin Yeşiltaş rolleri paylaşmış durumdalar… Yönetmen Mirza Metin’in genel manada oyunculuk kimliğini ortaya koyduğu bariz bir tarzı vardır. İç enerjiyi çok yüksek bir şekilde seyirciye aksettiren bu tarz kimilerini rahatsız etse de ben bu durumdan bir seyirci olarak ziyadesiyle memnunum. Enerjinin üst düzeyde olması işlediği derûnî konuların altının daha net şekilde çizilmesini, aynı zamanda izleyenin kendisini oyunun temasına vermesini sağlıyor. Bu oyunda da aynı tarzı görüyoruz. Bu tarz diğer oyunculara da iyi anlatılmış ve onlaraa da aynı tarzın tesir ettiğini görüyoruz. Hepsi o gizemli dünyanın atmosferini özümsemiş şekilde oyuna dahil olmuşlardı. Tek kusurları bu atmosferi sunmanın argümanlarından birini sesini kısarak, daha keskin hale getirerek kullanmak olduğunu sanmaları. Bu bir yerden sonra hırıltı haline dönüşeceği için kulakları tırmalayacaktır. Burada özellikle alkışlamadan geçemeyeceğim biri var; Sadin Yeşiltaş… Bulunduğu yerden kurtulmaya çalışan, bitirilmemiş işleri, pişmanlıkları olan hezeyanlı bir karakteri canlandıran oyuncu, bedensel devinim ve duygu dönüşümü açısından bütün imkânları seferber eder haldeydi.
DestAr Tiyatro daha önceden bazı gruplar için kullandığım ifadeyle derdi olan tiyatro gruplarındandır. Ve bu yönlerini de her oyunlarında ortaya koyuyorlar. Bu oyunun haricinde DİSKO 5 NO’LU adlı bir oyunları da var ki illa görülmesi gerekenlerdendir. Ama biz Kürtçe bilmiyoruz ki diye düşünmeyin. Bilmeyenlere büyük bir saygıyla “Türkçe üst yazı” ile sunuyorlar oyunlarını.
No Comment
You can post first response comment.