517634960403Tiyatro kritikleri yazmanın ve aynı zamanda usta isimlerle Yeni Tiyatro Dergisi Emek ve Başarı Ödüllerinin seçici kurul üyesi olmanın bir yükümlülüğü vardır. Bu yükümlülüklerin en başında çokça oyun izlemek, sezon içerisinde oyun atlamamak gelir. Hem gelen davetlere cevap verebilmek hem de ödüllerin dağılımında adaletsizliğe mahal vermemek adına sezon içerisinde oyundan oyuna koşturuyorum. Gün içinde iki oyun izlediğim zamanlar dahi oluyor. Ancak ne yazık ki her oyundan aynı memnuniyetle ayrılamıyorum. Kastettiğim sadece kişisel bir bakış açısı yada zevk değil; teatral açıdan da bir done bulamamak. İsmine, tanıtımına, broşürüne veya grubun daha önceki yaptığı işlere bakarak iyi bir seyirde bulunacağımı sandığım nice oyundan hayal kırıklığı ve kızgınlıkla çıktığımı bilirim. Oyundan sonra adeta söylenerek çıkarım. Teatral bakımdan hiçbir şey görememek, seyir açısından zevk alamamak, ucundan kıyısından tutar bir bahaneyle oyunu anlatamamak… Bütün bunları geçtim; evvela o oyun için harcadığım zamana acıyorum.  Ancak bir de öyle oyunlar var ki izledikten sonra derin bir “ohh” çekmişimdir. Çünkü metni, rejisi, oyunculukları, duygu yansıması, dansı, ışığı, müziği, dekoru, işlediği konusu, içerdiği mesajları, derdi, seyirciye saygısı o kadar tamdır ki “iyi ki bu oyuna geldim” derim oyundan sonra. Bu oyunlar, hem tiyatromuzda böylesi değerli çalışmaların var olması duygusunu bizlere yaşattığı hem de tiyatrodaki bütün bileşenleri en iyi şekilde bizlere sunduğu için yıllarca sahnelerde var olmayı fazlasıyla hak eden oyunlardır.

24 Şubat 2013 Pazar günü saat 16.00’da evvelden adını duyduğum bir oyun izleme imkânı buldum; FİKRÎYE ve LATİFE – MUSTAFA KEMAL’İ SEVDİM… Oyun yukarda son olarak bahsettiğim, izledikten sonra insanda teatral anlamda tatmin oluşturan, “iyi ki geldim” dedirten bir oyun.

Ön yargılarımı ve kaygılarımı tamamen sildi…

Oyun hakkında bazı ön yargılarım vardı. Mustafa Kemal’le ilgili yazılan romanlarda, yazılarda, oynanan oyunlarda, çekilen filmlerde ve başkaca prodüksiyonlarda ya çok abartılı, yere göğe sığdırılamayan, olumsuzluğu dahi tanrısal ve evrensel bir güçle açıklanan, bırakın açıklamayı olumsuzluğunun hiç olmadığını söyleyen bir dil yada her şeyi onun dinsel ve siyasi tutumuna bağlayıp yerden yere vuran bir yaklaşım görüyoruz. İkisi de bana birçok açıdan hastalıklı bir bakış açısı gibi gelir. Çünkü hiç kimsenin bütün yönlerini ne tamamıyla doğru ve kusursuz bulabiliriz ne de onda en ufak olumlu bir emarenin bulunmadığını söyleyebiliriz. Yine böyle bir durumla karşılaşacağımı sandım. Gerçi oyun hakkında çokça övgüler duyuyordum ancak bu yazıları yazan kişiler daha çok bu ülkede Atatürkçülüğüyle ön plâna çıkan insanlar olduğu için az da olsa “yere göğe sığdıramayan, insanüstü bir değer olarak sunan” bir oyun olacağı düşüncesi daha da hâkimdi bende. Bu önyargımın haricinde, oyunla ilgili bir de kaygı güdüyordum. Fikrîye ve Latife Hanımefendiler, birçok yazar ve tanık tarafından anlatılmış kişiler olarak kendileri hakkında malûmat sahibi olduğumuz kişiler. Kimileri Fikrîye Hanım hakkında güzellemeler dizerken kimileri de Latife Hanım hakkında aynı tutumu takınırlar. Bu oyunda da bir taraf tutulabileceği kaygısını güdüyordum. Ancak oyun içinde ne Mustafa Kemal’e abartılı övgüler, ne yersiz yergiler ne de Fikrîye ve Latife Hanımefendiler hakkında bir taraf tutma, birini haklı çıkarma durumu vardı. Tamamen objektif, tamamen var olan durumu aksettirmek ve tamamen yaşanılanları onların gözüyle sunma çabası vardı. Ayrıca bu oyunda Mustafa Kemal’in değil onun hayatında olduğu herkesçe bilinen ve Mustafa Kemal’e büyük bir sevgi besleyen iki kadının duygularının ve aşk hikâyelerinin yer aldığı net bir şekilde sunulmaktadır.

Fikrîye Hanım; birçok kaynakta Mustafa Kemal’in annesinin ikinci eşi olan Ragıp beyin yeğeni olarak tanıtılmaktadır. Bu tezin doğru olmadığını savunan kişiler ve kaynaklar da mevcuttur. Ancak bilinen bir şey var; o da Fikrîye Hanımın Mustafa Kemal’e uzun yıllar hizmet ettiğidir. Bu hizmet esnasında ilk başta her ne kadar ona aşk sayılamayacak bir hayranlık beslese de bu duygu durumu ilerleyen zamanlarda bir aşka hatta bir tutkuya dönüşüyor. Yine tanıklıklardan da biliyoruz ki Mustafa Kemal’in de Fikrîye Hanıma karşı beslediği açık bir sevgi var. Hatta bu sevgi evliliğe dönüşüyor ancak herkese deklare edilen bir şekilde olmuyor. Mustafa Kemal’le Fikrîye Hanım arasında resmi bir nikâh mevcut değildir. Fikrîye Hanım, hassas bir bünyeye sahiptir. Yakalandığı verem hastalığından ötürü tedavi olmak için Münih’e gitmek zorunda kalır. Oradayken Mustafa Kemal’in Latife Hanımla evlendiğini duyunca Ankara’ya döner ve Cumhurbaşkanlığı Köşküne gider. Ancak onu gören Latife Hanım Mustafa Kemal’le görüşmesini engeller ve yaverleri aracılığıyla Fikrîye Hanımı kovdurur. Kaynakların birçoğuna göre; bu tavır üzerine Fikrîye Hanım Çankaya Köşkünün önünde tabancasıyla intihar eder. Bu iddiaya itiraz edip Fikrîye Hanımın intihar teşebbüsünde bulunduğunu ancak kurşun yarasından değil de sonraları verem hastalığından öldüğünü söyleyenler de vardır. Ölüm nedeni her ne ise de Fikrîye Hanımın hazin bir yaşamının ve yine aynı şekilde acı dolu bir ölümünün olduğunu biliyoruz. Fikrîye Hanım, birkaç enstrüman çalabilen, kimi zaman Mustafa Kemal’e uduyla şarkılar söyleyen, birkaç dil bilen, kendini geliştirmeye meraklı biridir. Çok narin ve nazenin bir fiziğe ve ruh haline sahip olması nedeniyle sürekli hüzünlü ve melankolik bir haldedir. Neredeyse hayattaki tek amacı Mustafa Kemal’ eş olmak ve onunla bir ömür geçirmektir. Kendisini mutlu eden tek şey Mustafa Kemal’le birlikte vakit geçirmek ve ona dair hayaller kurmaktır.

Latife Hanım; İzmir’in ileri gelen ailelerinden Uşakizade’lerin kızıdır. Paris’te ve Londra’da eğitimler görmüş, kendisini birçok yönden geliştirmiş biridir. 1922’de Türk ordusunun İzmir’e gelmesinden sonra Latife Hanım karargâh olarak kendi köşklerini önerir. Bunun üzerine Mustafa Kemal, kendilerine bir davet göndermelerini ister. Davet üzerine Mustafa Kemal Uşakizadelerin köşküne yerleşir. Bu süre içerisinde Latife Hanım ile Mustafa Kemal sohbetlerde bulunurlar. Mustafa Kemal köşkten ayrıldıktan sonra da iletişim kurmaya devam ederler. Bir müddet sonra rahatsızlığından dolayı İzmir’e giden Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım da Uşakizadelerin konağına yerleşir. Zübeyde Hanımın vefatı üzerine İzmir’e gelen Mustafa Kemal ve Latife Hanım vefatın üzerinden 15 gün sonra Uşakizadelerin köşkünde evlenirler. Latife Hanım Musfata Kemal’in tek resmi nikâhlı eşidir. Evlendikten sonra Cumhurbaşkanlığı köşküne yerleşen Latife Hanım kendi eğitiminin ve yeterliliklerinin farkında olan ve hatta bu farkındalığı bazen başka insanları küçümseme aracı olarak da kullanan biridir. Yeni kurulmuş olan Cumhuriyetin inşasında ve düzenlenmesinde Mustafa Kemal’in kendisine akıl danışması gerektiğini düşünür ve bir takım müdahalelerde bulunur. Çünkü Mustafa Kemal’in kendisiyle salt duygusal olarak değil cumhuriyete örnek bir kadın olarak göstermek maksadıyla da evlendiğini düşünmektedir. Batılı tarzda medeniyetle ilgili hamlelerde kendisini en doğru adres olarak görmektedir. Bir yandan kendisine yüklediği bu misyondan kaynaklı içinde bulunduğu aşırı gururla birlikte, kadınsal olan kıskançlık duyguları da eklenince hırçın ve sert bir mizaca sahip olur. Mustafa Kemal’le birçok konuda sert bir şekilde tartışması ve son olarak onu topluluk içerisinde küçük düşürmesinden sonra Mustafa Kemal boşanma kararı almıştır. Evlilikleri bu karar üzere son bulmuştur.

Oyunda genel manada Fikrîye ve Latife Hanımefendilerin, Mustafa Kemal’e duydukları sevgi, aşk, tutku ve bağlılık anlatılmaktadır. Bu anlatımla beraber her iki kadının hırsları, kişilik özellikleri, hayalleri, istekleri, beklentileri ve temel dünya görüşleri de verilmektedir. Her iki karakter tarafından duyulan aşkın, karakteristik özelliklerinden bağımsız verilmemesi, oyundaki temel kişiler hakkında bilgi sahibi olmamızı da sağlıyor.

DİLRUBA SAATÇİ; oyunun yazarı, yönetmeni ve oyuncusu… Bütün görevlerini lâyıkıyle yerine getiriyor. Saatçi hem Fikrîye Hanımı, hem Latife Hanımı hem de kısacık da olsa Zübeyde Hanımı canlandırıyor. Oyunda Fikrîye ve Latife Hanımefendilerin hissettiklerini en derin şekilde sunmakla kalmayıp onların kişiliklerine ve fiziksel özelliklerine dair tablolar da çiziyor. Bir yandan, Fikrîye Hanımın daha Anadolu kokan, daha çocuksu, daha masumane, hesaptan uzak, kendisini ve ömrünü bir sevdaya adamış olan, bir yanıyla da anaç ruhunu sunuyor. Öte yandan ise Latife Hanımın hırslı, asabi, sert, aldığı eğitimin ve geldiği ailenin asaletinin farkında olan, bu sebeple de kendini başkalarından üstün tutan, mağrur, duyduğu aşkı bir tutkuya dönüştüren, bu tutkuyla birlikte hem kendisine hem de çevresine zarar veren, fakat biraz düşündükten sonra ise özürler dileyecek kadar pişman olan halini anlatıyor. Her iki kadını da anlatırken kimi zaman Mustafa Kemal’le ve başkalarıyla kurdukları diyaloglar eşliğinde kimi zaman da iç konuşmalar halinde bizlere sunuyor. Saatçi’nin yorumuyla, farklı kadınların aynı adamda ne denli birbirinden farklı özellikler keşfettiklerini ve yine aynı adamdan ne denli farklı beklentilerde bulunduklarını görebiliyoruz. Kadınlar, bir yandan başarılı bir askerin ve bir ulusu yeniden biçimlendirme çabasına giren ve halkın kendisinden beklentilerde bulunduğu bir liderin yanında olmanın gururunu ve arzusunu yaşarken öte yandan bir kadın olarak sadece aşklarına kendilerini kaptırmak istiyorlar. Ancak ikisinde de başarılı olamıyorlar. Her ikisi de bu iki duygu durumunun arasında kalıyor kimi zaman. Dilruba Saatçi bütün bu duyguları, bir kadından diğerine geçerken var olan ayrımları bedeniyle, sesiyle, mimikleriyle, takındığı edayla net bir şekilde belli ediyor. Belki bedenen bunu verebilmek mekanik açıdan kolay gibi görünebilir ama duygu dönüşümlerini aynı karakter içinde dahi vermek ne yazık ki birçok oyuncu için zor olurken Saatçi, hem aynı karakterin yaşamış olduğu gel – gitleri ve duygu değişimlerini hem de iki farklı karakter arasındaki geçişleri başarılı bir şekilde veriyor. Arada Mustafa Kemal’in annesinin ömrünün sonlarına doğru Salih Bozok’a söylediği sözleri söylerken de bambaşka bir karaktere dönüşüyor. O genç kadınlar gidiyor, meczup bir kadın geliyor sahneye. Duygu durumunun resmi halinde olan dansları ise kişilerin içsel sancılarını ve aşk hallerini daha bariz bir anlatıma döküyor. Fiziğini o kadar güzel kullanıyor ki karakterleri sadece dans ile anlatsa bile saatlerce izlenebilir.

Dilruba Saatçi, güçlü sesinin ve fiziğinin etkisiyle oyunun kahramanlarını derinden hissetmemizi sağlamış. Oyunda öyle sahneler var ki her iki karakterin hikâyelerini defalarca dinlemiş ve her detayıyla biliyor olmama rağmen adeta ilk defa duyuyormuşum gibi bir heyecan uyandı bende. Fikrîye Hanımın Mustafa Kemal’den telgraf aldığı sahne, tedavi maksadıyla diye yurt dışına gönderilme sahnesi ile Latife Hanım’ın bir kadın olarak hissettiği aşk kıskançlığı sahnelerindeki duygu yoğunluğu ile asabi bir edayla Mustafa Kemal’e bağırma sahnesi oyunun etkileyici sahnelerindendi.  “Acaba nasıl oynayacak?” diye merakla beklediğim Fikrîye Hanımın Cumhurbaşkanlığı köşküne alınmama sahnesinde ise duygu yoğunluğu doruk noktadaydı. Hatta sanatçı isteseydi o sahnede herkesi büyük bir duygu seline kaptırıp ağlatabilirdi ancak hiç bu kaygıyı gütmeden sahneyi en sade haliyle temelde hissedilmesi gerekeni vermiş.

Saatçi, yıllarca yurtdışında kaldığı için konuşurken kimi zaman artikülasyon sıkıntısı yaşıyor ancak buna rağmen Türkçe’yi en doğru şekilde kullanmaya gayret ediyor. Özellikle son dönemde birçok oyuncu tarafından neredeyse yok sayılan –yor eklerinin sonundaki “r” harfini yutmaması, bağlaçlara vurgu yapmaması, konuşma aygıtlarını hakkıyla kullanması dikkatimi çeken olumlu unsurlardı.

Oyunun müzikleri; Murat Selçuk’a müzik direktörlüğü ise Atilla Gündoğdu’ya ait. Oyunda müzik hâkim şekilde kullanılmış. Duygu durumunun bariz olduğu oyunlarda müziğin sürekli kullanılması kimi zaman handikap olabilir. Çünkü asıl duygu değerini yitirir. Bazen de tam tersi olabiliyor. Seyirci verilen müziğin güzelliğine ve lirizmine kendini kaptırır ve duyguyu aldığını zanneder. Oysa etki müziğe aittir. Ancak bu oyunda müzik tamamen duyguların yardımcısı olmuş. Ve müzikler sahnelerin aslına uygun şekilde kullanılmış. Bir sahnede savaş döneminin, ihtirasın, iktidarda olmanın sert yanını hissederken, başka bir sahnede bambaşka bir melodiyle aşkı, tutkuyu, çaresizliği en derinden hissediyorsunuz.

Oyunun dekoru Ayşe Milli Özdemir tarafından tasarlanmış. Dekorun, Tiyatro Karnaval’ın yerleşik mekânı olan Gönül Ülkü – Gazanfer Özcan Sahnesine göre büyük kalmış olduğunu söyleyeyim evvela. Ancak oyunda bana göre lüzumsuz olan eşyalar vardı. Örneğin seyirci tarafından bakıldığında sahnenin sağında bulunan ikili koltuk, oyundaki yerini bulamamış. Ayrıca kapıdan kovulmayı vermek yada bir köşkün debdebesini hissettirmek için koca bir kapıya gerek yok diye düşünüyorum. Biz zaten diyaloglardan ve muazzam oyunculuktan bütün bu duyguları alıyoruz.

Bana göre dekorda var olan bu birkaç olumsuz nüansın haricinde her şeyiyle mükemmel bir oyun izlemek istiyorsanız naçizane kesinlikle tavsiye ederim. Ve oyuna gitmeden önce Dilruba Saatçi ismini araştırın ve öyle gidin lütfen. Aslında nasıl çok yönlü bir eğitim aldığını, ne denli başarılı bir sanatçı olduğunu ve tiyatromuz için değeri bilinmesi gereken bir oyuncu olduğunu daha iyi anlayacaksınız.

Dilruba Saatçi ve ekibi; sahnelerde daha fazla görme ümidiyle zekânıza, duygunuza sağlık…

No Comment

You can post first response comment.

Leave A Comment

Please enter your name. Please enter an valid email address. Please enter a message.