İnsan, en doğal haliyle dünyaya gönderilir. En çıplak, en duru, en avaz avaz haliyle… İlkin utanma, kapanma duygusu sunulur kendisine. Daha doğrusu öğretilir. Bacaklarıyla, kollarıyla, başıyla direnç göstermeye çalışır üstüne giydirilmeye çalışılanlara. Ama nafile; bazen kandırılarak, kendisine şirinlikler yapılarak bazen de poposuna vurularak örtünmeye başlar. Giydirilen şeyin şekli, rengi bile başkaları tarafından belirlenir. Aslında ilk erime orda başlar. Belki de en masum erimedir bu. Keşke ondan sonraki erimeler de bu kadar temiz ve masum olsa.
Oyun oynarken bağırılmaz, yüksek sesle tartışılmaz, yalın ayak dolaşılmaz, koşmaya ne gerek vardır, her zaman sessiz ve sakin olmak lâzımdır; ne demişler, “söz gümüşse sükût altındır”. Sonra; babaya karşı gelinmez, taş olunmak istenmiyorsa annenin sözünden çıkılmaz, abiye ablaya saygısızlık yapılmaz, büyüklerin yanında konuşulmaz; her bayramda, her misafir gezmesinde veya gelişinde eller öpülür ve tabi ki derin bir huşu içinde de başa konulur. Derken; bizim sülaleler, ele güne karşılar, bize yakışmazlar, sonra ne derler, ayıptır, günahtırlar… Efendi – hanımefendi olunmalıdır, başkalarının çocukları için söylenen kötü sözler söylenmesin diye uslu durmalıdır, yani susmalıdır. Kız evlât isen örtünmelerin daha da fazla olmalıdır, gülmelerin azalmalı, sesin çok çıkmamalı, yol ortasında kahkaha atılmamalı, elinde telefonla dolaşılmamalıdır. Amma erkeksen birçok şeyleri yapmalıdır; mesela pipin amcalara gösterilmeli, bilek güreşi yapılmalı, güreş tutulmalı yada kim en uzağa çiş yapar yarışması yapılmalıdır. Erkek adamdır canım ne de olsa. Bununla övünülmelidir.
Bunlarla aileden belli bir törpüyle çıkan çocuklar “mini mini birler” olurlar, sınıfları doldururlar… Ve ikinci törpüleme dönemi başlar. Herkes birinin önderliğinde hep bir ağızdan anlamını dahi bilmedikleri sözcükleri tekrarlamalıdır. Yetmez; papağan gibi tekrarladıkları şeyler üzerine her sabah and içmelidir*. İsmini söyleyemedikleri adamları mecburen ve zorla sevmelidir. Aslını inkâr etmelidir hem de yine yeminler ederek. Sonra ikişerli sıra halinde sınıfa girmelidir, arkasına bakarak, arkasında bıraktığı her an yanında olan, kendisini hep sınırlandırıp yönlendiren annesine – babasına gözleri yaşlı bakarak… Çünkü o tek başına var olamamıştır, teklik öğretilmemiştir ona. Ve her zaman iyiyi – doğruyu – güzeli o öğretir diye övülen “öğretmen” dedikleri kişi, sınıfa girdiğinde herkes aynı anda ayağa kalkmalıdır. O tahta sıralarda kıpırdamaksızın, ses çıkarmaksızın oturmak en makbulüdür. O halde kıpırdamamalıdır. Bunun adı disiplinli olmaktır. Orada önce babasının işi sorulur hem de babası dahi olmayan çocuğa. Ya da babasının işi olmayana. Şayet yoksa dalga geçilir başkaları tarafından. Aşağılamayı öğrenir aşağılandığı için. Ya da “çıkışta ben sana gösteririm lan” demeyi. Sonra yasak olduğunu yaptığı anda öğrendiği bir davranış esnasında birden bağırılır kendisine; “sen evde de mi böylesin?”. İşte annesi – babası tam da bunu demektedirler; “bize lâf getirme yavrum”. Evet, çocuk lâf getirmiştir ailesine. Utanmalıdır, yaptığı hareketi bir daha yapmaya cesaret dahi edememelidir. Bir odanın içindedir artık. Her şey izinle olmalıdır. Her şey emirle. En özgür zamanı diye düşündüğü zamanda dahi, “ben kimim?” sorgulamasını yapmadan “Her şey vatan için!” komutlarıyla beden eğitimi dersi görmelidir. Kendisini, kendinden önce vatanı için adamalıdır. Ve ne yazık ki büyüyünce aklına gelebilecek “her şey”i hem de iyi – kötü “her şey”i vatanı için yapabilmelidir. Ona büyükleri böyle öğretmiştir ve ne de olsa büyüklerin sözü dinlenmelidir. Defalarca, hapsedildiği odaların dışına çıkmaya çalışır. Ancak, “adam olmak” için okullu olmak zorundadır. Bu yüzden ne öğrenecekse o odaların içinde öğrenmelidir. O odalardan kişisel özellikleri bilinmeksizin, ayırım yapmaksızın herkesin öğrenmek zorunda olduğu şeyleri alır ve herkesin donandıkları ile aynı donanımlarla dışarı savrulur.
Derken okul biter. Elbette kızlar gözü daha fazla açılmamışken evlenmelidir, artık vakti gelmiştir ve yaşı geçmemelidir; sonra ne derler maazallah! İçkisi, sigarası, kumarı olmayan ama maaşı olan biri bulundu mu daha ne olsun?
Ya erkekler? Ee onlar da evlenmelidir tabi. Ancak onların daha adamlığı tamamlanmamıştır. Onların evvela eli silah tutmalıdır yani askerliğini yapmalıdır. Henüz tam manasıyla adam değildir. Yoksa kız bile vermezler. Ve en büyük törpülemeyi burada yer işte o yarım adam. Beden eğitiminden geçtiği yetmezmiş gibi sürünmenin ruh eğitimi olduğu yerden “adam” olarak çıkar. Askerlik adam edermiş ya! Artık bir iş bakmalı ve evlenmelidir. Helal süt emmiş, öyle çok uzaktan olmayan, birilerinin önerdiği, soyu sopu bilinen bir ailenin kızı da olursa ohh ne âlâ. Haa tabi ki aynı mezhepten ve aynı ırktan olmalıdır muhakkak. Ele güne nasıl bakılır sonra? Düğün aileye yaraşır olmalıdır. Gelinle damat evden çıkarken şekerler fırlatılmalıdır kafalara, gelinin beline edepsizce kırmızı kuşak bağlanmalı, yüzsüz kardeşin biri üç kuruş için sandık denilen ne olduğu belli olmayan şeyin üstüne oturmalı ve istediği parayı alana kadar çirkeflik yapmalıdır. İstenilen para verilmelidir. Sonra ne derler? Eşyalar gençlere göre değil anneye, babaya göre alınmalıdır. Düğün alışverişinde teyzeye istediği ayakkabı alınmayınca kavga çıkmalıdır ve sonra o kavga yıllarca unutulmamalı, gelin her tartışmada yıllar sonra bile olsa adamın yüzüne vurmalıdır.
Aşk bitirilmeli, sevgi başlamalı, sonra oda bitmeli “Napalım, ne olursa olsun benim kocam – benim karım” demeler başlamalı. Erkek, arada bir aldatabilmeli, görünmeyen bir izin vardır ona, “erkek adamdır canım, bir geceliktir, elinin kiridir, dönüp dolaştığı yer karısının yanıysa sorun yoktur, sabredilmelidir”. Tamam, oldu mu şimdi, bitti mi yani her şey? Olur mu yahu? Evlenildiyse çocuk da yapılmalı, sonra “İkinci çocuk ne zaman?” sorusuna cevap bulunmalı. Eğer erkek evlat olmadıysa bulana kadar devam etmeli üremeye. Ne de olsa soy devam etmeli. Sorsan dedesinin babası olan kişinin adını dahi bilmez. Oysa o da yaşarken “soyum devam etsin” diye zorlamıştır tüm şartları. Yazık! Sonra, aynı eve girmelerine, aynı odada oturmalarına, aynı yatağa girmelerine rağmen birbirlerini görmeyen, birbirlerini anlamayan eş olmayı kaldırıp karı – koca olmayı tercih etmiş insanlar olmayı başarmışlardır. Kendi anne – babaları da öyledir çünkü. Hele bir yaştan sonra yataklar da ayrıldı mı, tamam işte. Çocuklar dünyaya geldikten sonra, saçlar süpürge edilmeli, “yememeli yedirmeli, giymemeli giydirmeli”ler başlar. Aslında kendi bencilliğidir ortada olan, kendi menfaatidir düşünülen. Kendi korkaklığıdır açıkça var olan; yalnız kalma korkusu. Bir gün gelir de yaşlandığında veya muhtaç olduğunda bakacak birilerinin olması lâzımdır. “Ben senin için neler neler yaptım?” diyebilmelidir elinde kozu bulundurarak.
Derken onca yılın nasıl geçtiğini anlamadan toprağın üstünde tepinirken yada yuvarlanırken yerin dibine devrilmelidir. “Ben kimim, neden buradayım, amacım ne?” diye sorular soramadan, sorgulayamadan… Yani sürekli birilerinin istediği gibi olarak, kendisine aileleri tarafından sunulan alternatifler arasından tercihlerini yaparak, birilerinin istediği şekilde yaşamak zorunda kalarak… Velhasıl “kendi” olamadan ölmelidir.
Nurcan Kara’nın ayrıntıları iyi yakalayarak yazıp aynı zamanda yönettiği, sadece oyunculuk için var olan, enerjisi bitmek bilmeyen genç yetenek Mert Turak’ın oynadığı, son sahnede kısacık rolü ile asla atlanmaması gereken oyuncu Nimet Gürbüz’ün başarılı şekilde dâhil olduğu Tiyatro Halt’ın “Sen Olmak Nedir?” oyunu, tam da bu serüveni anlatıyor. Yani “toplum içinde eriyen birey”i. Ama durun, herkes aynı olmak zorunda mıdır? Hiç mi farklı bir şey olmaz, hiç mi bir an bir şeyler dank etmez kafaya. Oyuna gidin ve görün en iyisi.
No Comment
You can post first response comment.