İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarının Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu’nu, repertuar kurulunu ve kurumun bütün emekçilerini canı gönülden bir kez daha tebrik etmek istiyorum. Ayrıca teşekkür ediyorum. Neden mi? Ödenekli kurumların sıkıcı dilde yazılmış, hicvin, taşlamanın ya da eleştirinin kıyısından geçmeyen oyunlarından bizleri kurtardığı, hep aynı yönetmenlere değil de farklı isimlere oyun yönetme şansı verip onların rejileriyle bu kurumu zenginleştirdikleri için önceki aylarda yer alan yazılarımda olduğu gibi bu sefer de ayrıca teşekkür ediyorum. Günlük Müstehcen Sırlar oyunu aslında öyle abartılacak veya birilerini yerden yere vuran nitelikte toplumsal ve siyasi eleştiri barındıran bir oyun değil ancak ödenekli kurumlarda ne yazık ki birkaç örneğin dışında bu kadarı da yapılamıyordu. Teşekkür edişimin ve naçizane tebrik edişimin sebebi budur. Fakat eleştireceğim bir nokta var. Oyunun afişine ve tanıtımına +16 ibaresinin eklenmesini çok gereksiz buluyorum. Çünkü oyunda geçen hiçbir ifade 16 yaş altının duymaması gereken bir ifade ya da oyunda yer alan sahnelerin hiçbiri 16 yaş altının izlememesi gereken bir sahne değil. Oyun metni, 16 yaş altı bireyler için fikirsel manada algılayıp yorumlayabilmeleri açısından ağır olabilir ancak yine de o yaş insanların da gidip gitmemeleri tercih meselesidir. Bu yüzden +16 koymalarını yadırgadım.
Gündelik yaşamın riyakârlığı;
Şili’li yazar Marco Antonio de la Parra’ya ait olan oyun bir bakıma günlük yaşamda içlerimizde bir yerlerimizde saklamış olduğumuz riyakârlığı, görünmez dürtülerimizi ve kimliklerimizi yansıtma çabası içerisinde. Bu bağlamda oyun, sadece toplumsal ve siyasal bir hiciv özelliği taşımıyor. Elbette toplumların sosyo – ekonomik katmanlarını, ezen – ezilen arasındaki durumu açık bir şekilde ortaya koyuyor ve eleştirisini de gayet net bir şekilde yapıyor ancak ben oyunun daha çok kişisel hırslarımızı, kurgularımızı, ikiyüzlülüklerimizi ortaya koyduğu kanaatindeyim. Ve bence oyunun adı bu yüzden Günlük Müstehcen Sırlar… Aslında içlerimizde daima var olan ve fakat her ne kadar saklamaya çalışsak da hemen hemen her gün hissettiğimiz lâkin bir türlü dillendiremediğimiz ya da uygulayamadığımız o kadar şey var ki; saklama bağlamında “müstehcen” ancak sıradan olması bakımından “günlük” şeyler bunlar. Oyunun ismindeki kinaye çok isabetli. Zaten yazar sadece oyun metinleri yazan biri değil aynı zamanda psikiyatr. Dolayısı ile insanların duygu ve düşüncelerinin analizlerini ve psişik temelini de bu yüzden başarılı bir şekilde işleyebilmiş. Metnin başarısı da bundan kaynaklanıyor.
Günlük Müstehcen Sırlar; iki kişilik, tek perdelik bir oyun. Oyun başladığında, giriş müziğinden ve ışıktan ötürü bir gerilim filmindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz kendinizi. Akabinde üzerinde sadece bir palto bulunan bir adam içeri giriyor. Bir banka oturuyor. Sonra aynı kıyafette başka bir adam gelip diğer banka oturuyor. Bir müddet sonra bu iki adamın teşhirci ve aynı zamanda nevrotik bir kişilik yapısına sahip oldukları hissine kapılıyor seyirci. Ancak acele etmemek lazım bu fikre kapılmak için. Bir yandan kimliklerini gizlemeye çalışırlarken, öte yandan birbirlerini rakip olarak görmeye başlıyorlar. Derken atışmalar, fikir çatışmaları, ortaya attıkları tez savunmaları başlıyor aralarında. Salt teşhirci iki hasta adam değil de karşınızda ideolog iki insan var adeta. Aslında adeta kelimesi fazla burada. Çünkü karşımızda Sigmund Freud ve Karl Marks var. Meğer bu iki adamdan biri Freud, diğeri ise Marks. Ve derken fikirlerini daha ileri boyutta çatıştırmaya başlıyorlar. Bildiğiniz gibi, Sigmund Freud daha çok birey üzerinden yapar açıklamalarını ve bütün çalışmaları da bu doğrultudadır. Karl Marks ise sosyal içerikli konulara dair ortaya attığı tezlerini toplumsal açıdan şekillendirir. Lâkin tartışmalar öyle bir boyuta varır ki aslında atılan adımların, üretilen fikirlerin, yapılan uygulamaların birçoğunun cinsellikle bir yerinden bağdaştırıldığı konusunda her iki düşünür de hem fikir olurlar. Ki bu tespit birkaç statik düşünceli kesim tarafından kabul edilmese de artık netlik kazanmış bir halde. Oyunda Marks da Freud da ürettikleri fikirlerin handikaplarını görmeye başlıyorlar bir müddet sonra. Ve aslında her şeyi kalıplara sıkıştırmanın anlamsız olduğu gerçeğine varıyorlar. Hatta her ne kadar bir şeyler belli kalıplarla açıklanmaya çalışılsa da yine de kimi zaman bunların beyhude bir çabadan öteye gitmediğini, pek de değişen bir şeyler olmadığını idrak ediyorlar. Bir müddet sonra kendileriyle dahi dalga geçer hale geliyorlar. Peki, bu iki adam, fikirleri ve tahlilleriyle halen bütün dünyayı etkisi altına alan iki düşünür ve bilim insanı mı zannediyorlar kendilerini yoksa sahnede gördüklerimiz yazarın konuşturmaya çalıştığı Freud ve Marks mı? Bunu ancak oyuna gittiğiniz zaman oyunun sonundaki bir sürprizle öğrenebileceksiniz.
Yıldırım Fikret Urağ; oyunun başarılı yönetmeni. Oyun, ağır fikirsel çatışmaları içinde barındırıyor olmasına rağmen yönetmen o kadar eğlenceli bir şekilde sunuyor ki tam bir güldürü – hiciv niteliğinde bir reji görüyorsunuz sahnede. Fakat komedi yanını öne çıkararak asıl verilmesi gereken ana fikri de kenara itmiş değil. Oyuncular oyunun belli yerlerinde seyirciyle flört eder gibi ancak yönetmen bunu da çok tadında bırakmış durumda. Zaten belli yerler diye bahsettiğim sahnelerde de seyirciyle iletişim direkt gerçekleşmiyor. Sadece o elektrik sağlanıyor. Ve bu, çok da başarılı bir şekilde yapılıyor. Yönetmen bence, sahne tasarımını biraz abartmış durumda. Bu oyun fikri alt yapısı çok sağlam bir oyun olduğu için, bu durumun ön planda kalması açısından daha sade bir sahne tasarımı ile sunulabilirdi.
Erkan Sever – Cengiz Tangör; oyunun harika iki oyuncusu. Erkan Sever’in zaten beğenmediğim tek rolü yok. Hangi oyunda izlediysem hayranlıkla takip ettim kendisini. Bu oyunda da böyle oldu. Bana göre Erkan Sever gerçek anlamıyla tam bir dram oyuncusu. Aynı anda hem komediyi hem de trajediyi oynayabilecek ender isimlerden. Günlük Müstehcen Sırlar oyunu her ikisini de aynı anda kullanabilmesine olanak sağlayan bir oyun. Cengiz Tangör’ü neredeyse her oyunda aynı görürdüm ben. Ancak bu oyunda kabuğu kırmış. Bütün oyunlarda aniden parlayan ve alakasız bir şekilde hafif ukala bir profil çizerdi. Bu yüzden oynadığı oyunlarda genelde sevimsiz gelirdi bana. Bu oyunda gereksiz parlamaları kırpmış. Ve Erkan Sever’le müthiş bir ikili olmuşlar. Resmen eğleniyorlar sahnede. Bu enerjileri seyirciye müthiş şekilde aksediyor. Her sahnesinde böyleler ancak sarhoşu oynadıkları sahnede enerjileri tavan yapıyordu. Metnin kallavi cümlelerini sindire sindire sunuyorlar bize. Belli ki oyunu kendileri de çok sevmiş.
Oyun metin, reji, oyunculuklar bağlamında başarılı bir oyun. Ancak bence bir defa izlemeyle yetinilecek bir oyun değil. Bu oyunu daha bilinçli bir gözle değerlendirmek ve üzerine düşünmek için ikinci kez izlemeli.
Şimdi… Buraya kadar yazdıklarım oyunun değerlendirmesiydi. Gelelim başka bir noktaya. Aralık ayının sonlarına doğru, dergimizin Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Demirkanlı, beni arayıp “Ocak sayısında hangi oyunu yazacaksın” diye sorduğunda, “Günlük Müstehcen Sırlar’ın kritiğini yazacağım” demiştim. Sonra oyunu ikinci defa izlemeden yazmamam gerektiğini düşündüm. Ve “bir ay erteleyelim” diyip o ay başka bir oyun hakkında yazmıştım. Bu süreçte yaşananlardan sonra iyi ki öyle yapmışım diyorum şimdi. Çünkü 14.02.2012 tarihinde İskender Pala’nın Zaman Gazetesinde yazdığı yazıya cevap vermesem rahat etmezdim.
İskender Pala dîvan edebiyatı bağlamında Türkiye’de ciddi araştırmalar yapan, hatta üniversitelerde dîvan edebiyatında kaynak gösterilen ender kişilerden biridir. Bazı kitaplarını sipariş üzere yazdığı aşikâr olsa da genel manada akıcı bir dille ve araştırmacı bir ruhla yazar kitaplarını. Birkaç kitabı haricinde de bütün kitaplarını okumuşumdur. Ancak böyle olması haddini aşması ya da kötü niyetli olacağı, birilerini mesnedsiz ve bağnazca karalayacağı anlamına gelmez. Severek okuduğum, “İki Darbe Arasında” isimli kitabında askeriyede görev yaparken maruz kaldığı, bağnaz tutumlardan, despot tavırlardan, faşizan düşünce eğilimlerinden ne kadar çok çektiğini yazmış olmasına rağmen nedense kendisi eleştirdiği tutum içine düşmüştür. Günlük Müstehcen Sırlar ve İBB Şehir Tiyatroları hakkında kaleme aldığı yazısında tam da bu düşünce yapısındadır. Oyunu izleyip izlemediği dahi tartışılır ancak oyunu izlemiş olsa bile oyundan zerre kadar bir şey anlamadığı çok belli. Oyunda var olan derinlikli analizler hakkında hiçbir bilgiye sahip değilmiş gibi sözler sarf etmiş. Yetmemiş, açıkça iftiraya varacak nitelikte değerlendirmelerde bulunmuş. Yahu, bu oyunun neresinde müstehcenlik, bayağılık var. Eğer Pala’nın müstehcenlik sınırı bu kadar aşağılardaysa, ben kendisinin mahrem, müstehcenlik, cinsellik gibi kavramlarla ciddi sorunlarının olduğunu ve çocukluk dönemlerinden bir kaçına takıldığını düşünürüm. Haa yok böyle değilse o zaman işin içinde başka hesaplar var. Hesap – 1; oyunun yönetimlere yönelik eleştirel bakış açısı Pala ve benzeri kişileri rahatsız etmiştir ve bunun önüne geçilmeye çalışılıyordur. Bu maksatla da bu yazı yayımlanmıştır. Hesap – 2; İskender Pala’nın Şehir Tiyatrolarıyla ve Kenan Işık’la belli bir husumeti var ve bu oyun aracılığı ile bir yerlerden vurma gayreti içindedir. Aslında her iki hesap da var. Ancak her ikisi de çok çirkin bir şekilde yapılıyor. Sayın Pala; şayet bu oyunun taşıdığı ana fikre karşı bir duruşun varsa çıkarsın evvela kendi fikrini söylersin, akabinde oyunda yer alan fikri eleştirirsin, açıklarını söylersin ya da Kenan Işık ve İBB Şehir Tiyatroları ile bitiremediğin hesapların varsa bunu bizatihi gider, kendileri ile halledersin. Böyle nereden vuracağını bilmeden, aba altından sopa göstererek, kişilerin ellerinde bulunan hakları ve statüleri adeta sen bahşetmişsin gibi ellerinden alınabileceğini ima ederek, resmen aklı sıra çocuk gibi ispiyon edermişçesine yazılar yazarak, yetmezmiş gibi insanları kategorize edercesine “kimlerden yana acaba” diye sorular sorarak yapmazsın.
Gereken tepkiler verildi verilmesine ama asıl olması gereken Pala’nın bu hatasından dönüp bir an önce özür dilemesidir. Çünkü bu tavrı kendisini sevenleri de ciddi bir şekilde üzmüştür. Zaten son zamanlarda sürekli olarak ekranlarda boy göstererek, daha şoven cümleler kullanarak ve “Od” isminde derinliksiz ve basit bir şekilde kaleme aldığı kitabından ötürü değerini eskisine göre yitirmişti. Son olarak, kötü niyetli olduğu her cümlesinden belli olan yazısından ötürü, daha fazla değer yitirmiştir. En azından özür dileyerek bir nebze de olsa bu durumunu düzeltmelidir diye düşünüyorum.
No Comment
You can post first response comment.